MEHMET ERTE VE YENİ YAZINA DAİR / MELİKE İNCİ

(“Bugünün Yazarları” dosyası, “Mehmet Erte’nin Yazın Dünyası Üzerine 6 Görüş” bölümü içinde), Kitap-lık, Ocak-Şubat 2016

“21. yüzyılın sanatçısı kendini bir türde sınırlamamalı,” demişti Rafet Arslan. Sanatın tüm elemanlarını iç içe kullanmanın bugünkü imkânlarla yapıtların niteliğini boyutsal olarak artırmanın mümkün olduğunu ben de zaman zaman düşünürüm. Mehmet Erte de bir bakıma kendini türlerden birine hapsetmeyip her türde türler arası yapıtlar vermekte: Öyküleri yer yer bir roman derinliğinde, yer yer şiir gibi ölçülü, romanı bir öykü gibi etkili. Açıkçası bir okur olarak böyle yapıtlarla karşılaşmaktan çok keyif aldığımı söylemeden geçemeyeceğim.

Sahte adlı kitabını okurken bir ara kendimle çeliştiğim anlar oldu. Önce postmodern bir roman olarak okudum. Sonra bir kez daha tarafsız bir okur olarak okudum. Etkisinin kaynağını bulabildim. Mehmet Erte’nin yazdığı kahramanı, karakterin yazdığı Mehmet Erte’yi mi okuyordum, yoksa Mehmet Erte mi beni okuyordu? Bu soru rastgele gelmedi. Mehmet Erte, birçok yazarın aksine, okurunu en çok düşünen yazarlardan; bunun sağlamasını yapmak için dönüp diğer kitaplarını bir daha okumam gerekti. Rahatça söyleyebilirim ki bu tekrarlardan hiç sıkılmadım. Mehmet Erte sanki satır sonlarından, sayfa aralarından zaman zaman çıkıp, “Nasıl? her şey yolunda mı?” der gibiydi. Okurunun olası tepkilerine hazırlıklı bir anlatımla cümleler boyunca peşinden sürükledi, yeri geldi, çelme takıp düştüğüm yerden kalkmama yardım etti. Öykülerindeki erkekler dönüp dolaşıp tek bir adama dönüşürken, kadınlar oldukları gibi kaldılar. Kadın portreleri basmakalıp değil. Belki biraz iki boyutlu, ama etkileri hep o aynı adama dönüşen erkeklere yansımış. Kahramanlarının sesleri başta çok güçlüyken sonlara doğru aynı adamın fısıltısına dönüşüyor. Buna rağmen öyküler gücünü yitirmiyor, bunun bir nedeni esas meselesinin insanlardan çok nesneler olmasından ileri geldiğini düşünüyorum. İnsan bir şekilde hayatta kalmayı başarabilir, belki de bu yüzden nesnelerin ruhu daha önemli Erte için.

Hayattaki yarım kalmışlıklara bir ayna tutuyor. Tutukluk ve yarım kalma hissini öykünün kendisine olduğu gibi yansıtıyor. Sonu okura bırakmak değil derdi, gerçek hayatta hiçbir şeyin tastamam olmamasına nazire.

Bu gerçeklik algısını detaylandırma şeklini ben biraz David Foster Wallace’a benzetiyorum. Mehmet Erte, Wallace’ın aksine daha tutumlu yazıyor; çünkü onun kahramanları cümle kurma konusunda çok temkinli. Bu da bir anlamda Erte’nin dile karşı olan hassasiyetinin bir göstergesi diyebilirim.

İşte bütün bunların toplamında Erte’den bağımsız ve elbette Erte’yi de içine alarak artık yazın türlerimizin içine yaratıcı yazın adı verilen kurgu-dışı ya da kurgusal türü bir ara tür olarak kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bazı eserleri bu ara türlerde okuduğumuz zaman daha çok dile odaklanıp yazarın dili nasıl kullandığına, yapıtın yazınsal değeri olup olmadığına bakabiliriz. Bu ilk zamanlarda bir metin enflasyonuna yol açacaktır ki zaten hali hazırda niteliği olmayan birçok metin az olan zamanımızdan çalmış oluyor. Erte gibi dili gelecek vaat eden nadir yazarlar da bir akıntıyla bir yerlere sürüklenip çoğu zaman kaybolmuş oluyorlar. Bir okur ve bir yazar olarak benim böyle bir öneriyi getirmem elbette doğru değil. Ancak gerçek eleştirmenlerden ve kuramcılardan böyle bir beklentim var.

me