“ARZUDA BİR SAPMA” ÜZERİNE / İVAN MİLİNSKİ

ivanmilinski.blogspot.com.tr, 30 Mayıs 2015

Kitabevine biraz erkence gelmiştim, biteyazan bir kitap vardı elimde: Chiviyazıları “Sade’ın Kayıp Günlüğü”nü yayınlamış. Sade meraklısı olarak olay zinciri olmamasına rağmen soluk soluğa okuyordum.

 Her neyse… Son 20-30 sayfayı kitabevinin terasında bitirdim ve işe başladım. Tabi Sade bu, okuyup geçemezsin. (Bu da başka bir yazının konusu olsun) Adamın baştan çıkarıcı tarafını; kaldığı huzurevi/cezaevi müdüründen tut, beraber yaşamaya ikna ettiği biri oldukça genç, diğeri yaşlıca iki hanımefendiye kadar, bu denli çok müridi nereden bulduğunu falan düşünmek zorundasın. Ahlak kurallarını hiçe sayan, henüz yüz yüze konuşup iletişmediği herkesin nefret ettiği birinin bu kadar ikna edici olmasının nedenlerini sorar durursun kafanda. Hoş tek bir cevabı vardır bunun aslında, De Sade çoğunluğun kendilerine bile itiraf edemediği fantezilerini çat diye dile getirir. Normalleştirir. Haklı çıkartır.

Bak yine konudan uzaklaştık. Dönelim: Bu tür düşünceler içindeyken, biraz da sıkıntıdan, Sabit Fikir okuma kararı aldım. Bir kaç yazı okuduktan sonra Arzuda Bir Sapma’nın başlığı dikkatimi çekti. İç sesimle sohbetimde konu hala arzular; toplumun sapkınlık dediği, aslında üst kattaki o teyzenin bile sıkça aklından geçirdiği fantezilerken, okumuş bulundum o tanıtım yazısını. Okumakla kalmayıp, kitabı da incelemek için gittim buldum rafından.

 “İçindekiler” kısmında kendini eleverdi kitap. Hikayelerin adları şu şekilde sıralanıyor bak:

Tasma
Uyanış
İntihar
Yeniyetme
Domates
Sapma
Lokma
Isırmaca
Hain
Bi’lira
Berduş
Dilenci
Prezervatif

(…)

 Kitabı şöyle bir inceleyeyim diye başladım, bir baktım alenen okuyorum kitabı:

 O yaz olabildiğince gerçek görünmenin bir yolunu bulmalıydım. Kendi kendimle hiç kimsenin bilmediği yabancı bir dilde konuşuyor ve bunun anlaşılmasından korkuyordum.

 Tasma, yani kitabın ilk hikayesi, böyle başlıyor. Okula başlama çağında bir çocuğun hikayesi bu. Artık okul çağına gelecek kadar “büyümüş”, yetişkin gibi davranmaca yaşına gelmiş bir çocuk ilk önce büyümeyi ve yetişkin olmayı tartışıyor kendisiyle. Daha sonra okula başlıyor ve bu sefer okulu tartışıyor ve en sonunda fetişini ilk fark edişini anlatıyor. Bunları yaparken ruhsal çözümlemeler de kullanıyor. Zaten kitabın genelinde öyle müthiş bir çözümleme dili kullanmış ki… Kitabı ilginç yapan da bu. Dışarıdan (bu hikaye için konuşmak gerekirse) hiçbir müdahalede bulunmadan, eleştirmeden yapıyor çözümlemeyi. Gerçi çözümleme yapmak da bunu gerektirir ama olayı ve olayın o anki psikolojik durumunu tüm çıplaklığıyla anlatması çok çarpıcı. O kadar ki en küçük anı bile onlarca parçaya bölüyor, En küçük bir hareketin çözümlemesini uzun uzadıya yapıyor. Kitabın genelinde var bu. Her hikayede ayrı bir çözümleme peşinde yazar.

 Her öyküyü ayrı ayrı incelemek isterdim, ama neredeyse kitap kadar, hatta kitaptan da kalın bir inceleme yazısı çıkardı eminim. Hem belki telif yasasına aykırı şeyler yazabilir*, çok fazla spoiler verebilirdim. Dolayısıyla söyleyeceğim, göstermek istediğim bir iki şey daha var:

 Kitabı okurken, uzun zaman sonra ilk defa bir kağıda kitaptan alıntılar yazma gereği duydum. Aldım elime bir kağıt kalem, yazmaya başladım. Biraz sonra alıntılayacağım şeylerin müşteriler ve diğer arkadaşlar tarafından ayıplanacağı hissiyle yazımı kötüleştirmeye çalıştım. Çünkü Sade’ın da gösterdiği gibi diğer insanlar asla kendi fantezilerini okumayı, fetişleriyle yüzleşmeyi; hele hele yakınlarında birisinin bunlara yakın olduğunu asla görmek istemez. Toplumun geneline ters düşmekten ödleri patlar ve tüm bunları görünce ayıplar, aslında kendi kendilerini ayıpladıklarının farkında olmalarına rağmen ayıplamak zorunda hissederler. Hatta bazıları linç girişiminde bile bulunur. Durum buyken, baktım olacak gibi değil, daha az insanın anlayabileceği şekilde tuttum notlarımı alfabeyi değiştirdim. Bunu da bir not, bir otosansür örneği olarak dile getirmeliyim:

 

 Altını çizmek istediğim diğer konu, “Sapma” adlı hikayesiyle ilgili. Burada yazar son zamanlarda sık sık rastlayamadığımız bir anlatıcı tekniğine başvuruyor. Bir genelevde bir fahişeyle beraber olup bekaretini kaybedecek bir ergenin hikayesi bu da.

 Hikaye yine kitabın genelinde var olan çözümlemelerle başlayıp devam ederken bir yerde kahraman, bahsi geçen fahişeyle beraber olma halini, kendisini yetişkinliğe götürecek bir trene benzetiyor ve tren metaforundan başka bir olay çerçevesine daha doğrusu başka bir mekana geçiyor. İçinde bulundukları genelev odası bir kompartımana, kahraman ve fahişe valizlerle boğuşan iki yolcuya dönüşüyor. “Çerçeve vaka” gibi ama değil de gibi… İlginç işte… Biraz böyle devam ettikten sonra kahraman anlatıcı olaya direkt müdahale ederek ana vakaya ya da ana mekana şöyle bir dönüş yapıyor:

 Şimdi öykümüz yine genelev odasını mekan tutacak… Bu genelev odasından hiç ayrıldık mı ki? “Bu genelev odasından,” diyorum, ‘o’ değil; yani şu anda okuduğunuz satırları kaleme alırken ‘o genelev odasında’ bir kadının karşısında ayakta çırılçıplak durduğumu düşlüyorum ama bir kez düşün gerçekliğinde varolduktan sonra ‘orada’, ‘o’ diye bir şey kalmıyor, her şey kaçınılmaz olarak ‘burada’, ‘bu’ oluyor. Defterime yazdığım sözcüklerle kurduğum düşte onunla göz göze gelmenin ağırlığıyla gözkapaklarım bir anlığına kapanmış ve trenle yolculuk ettiğim başka bir düşe(…) uyanmıştım.”

 Bu öykünün bir çok yerinde böyle müdahaleleri görmek mümkün. Anlatıcı hem kahramanın kendisi hem de yaptığı müdahalelerle ikide bir orada olduğunu okuyucuya sezdiren ilahi anlatıcı rolüne bürünüyor.

 İşin daha da ilginci ana vakadan her uzaklaşmasında geriye dönmesi biraz daha zorlaşıyor. Birinde ana vakadan uzaklaştığı ana değil de biraz daha sonrasına döndüğünü fark ediyor:

 …Öykümüze dönelim artık.

 Ama o da ne?! Kaldığım yerden devam etmeyi umarken birden kadının bacakları arasında, cinsel ilişkiye hazır olmayan organımla buluyorum. Ne kadar süredir böyle debelenip duruyorum acaba?”

Bu sorgulama esnasında komodinin üstündeki kültablasında yanan bir sigara görüyor ve soruyor:

 Ama kim yaktı bu sigarayı?.. Bu soruyla birlikte sahnenin başına dönmek mümkün oluyor.

 “Sahnenin başına mı? Ah, hayır(…)”

 Geri dönüşlerde yaptığı hatayı da okuyucuya açıklamadan öykünün başına dönmüyor yazar:

 Bir konuya açıklık getirmeden maalesef öyküye dönemeyeceğim. Eskiden teypten bir şarkıyı dinlemek için kaseti ileri ya da geri sardığımızda, bir seferde tam olarak şarkının başını tutturmak neredeyse hiç mümkün olmazdı; ya şarkının başını kaçırır ortasından bir yerden yakalardık, ya da albümdeki bir önceki şarkının son kısmını dinleyerek istediğimiz şarkının başlamasını beklerdik. Bir anıyı düz bir zaman çizgisi üzerinde, yaşandığı gibi olay sırasına göre hatırlamak (…) pek mümkün olmadığından bu öyküde benim başıma da böyle geldi işte. ‘Bir yetişkini oynayarak kadına yaklaşmaya başladığım an’a dönmeyi umarken ilkin kaseti yanlışlıkla ileri sardım ve yatakta debelenip durarak kadınla sevişmeye çalıştığım zaman dilimine gittim; ardından kaseti fazla geri sardım ve odada kadını beklediğim zaman dilimine döndüm.”

 Kitap hakkında söyleyebilecek o kadar çok şeyim var ki… Uzun zamandır bu anlatıma rast gelmiyordum. “Albayım Beni Nezahat ile Evlendir“de de böyle kaymalar var ama zaman kaymalarını denk getiremeyen, devam etmesi gereken zamana bir türlü geri dönemeyen anlatıcıyı görmek her kitapta mümkün olmuyor. Yıllarca “serim-düğüm-çözüm” hikayeciliğine o kadar alıştık ki bu tür hikayeler görmek insanı hayli heyecanlandırıyor.

 Okuyucunun zaman ve mekan algısıyla oynayarak, arzuları daha çarpıcı bir hale getiren Mehmet Erte’nin bu kitabı Yapı Kredi Yayınlarından çıktı. Yeni sayılır, Mart 2015 baskı.

ISBN:9789750831638
105 Sayfa
Etiket fiyatı: 9 TL.

 *Olur da bunu okuyup alıntı miktarıma kızan olursa haklı. Benim de kafamda deli sorular… Çok mu fazla alıntı yaptım acaba? Ama başka nasıl anlatılır? Bu haliyle bile yeterince karışıkken bir de alıntısız nasıl anlaşılırdı ki?