“Meselesi Olanı Yazma Arzusu: Arzuda Bir Sapma” – MEHMET ERTE İLE SÖYLEŞİ / GÖKHAN YILMAZ
Posted by mehmeterte in Arzuda Bir Sapma, Sahte on Nisan 2, 2024
Olağan Hikâye, Ağustos-Eylül 2021
Şiirlerinizde, öykülerinizde, Sahte’de dikkatimi hep “mesele”ler çekiyor. Yazmanız için önce bir mesele lazım sanki. Yani mesela salt bir insanın hikâyesini, şiirini, acısını yazmak için değil bir “mesele”yi dile getirmek için yazıyor gibisiniz. Böyle mi? Nasıl? Neden?
“Mesele” sadece ve sadece estetik bir örgünün içinde doğabilir. Fikir de bir düşünme –dünyayı algılama– biçiminin, yani estetik kavrayışın ürünüdür; dönüşebilir veya tamamen yok olabilir, bu önemli değil. Örneğin Freud’un tüm fikirleri çürütülebilir, ama işaret ettiği karanlıklar hep karşımıza çıkacak, bize esin veren düşünme biçimi hep yaşayacaktır. Ben hiçbir zaman öznenin sorunlarını metinlerimin merkezine koymadım, asıl olarak özneyi sorunsallaştırmakla ilgilendim yazma maceramın başından beri. Karanlık bir alan bu –tek bir unsura indirgenemediği için de karanlık. Dolayısıyla birbirlerini durmaksızın yıkan ve doğuran meselelerden bahsetmeli ve aydınlanmayı ümit etmemeliyiz.
İnsanı takıntıları, arzuları, kabul görülemez yönleriyle ele alma “mesele”si öykülere nasıl dönüştü, nasıl öykülere dönüştü?
Yazarken bu anlamda belli bir alan, konu seçmedim hiç. Cinsel saplantılar da, bir askerî darbenin etkileri de ticari kategoriler içinde sayılabilir. Herhangi bir konuda metinler yazmakla övünemem. Popüler kültür metinleriyle edebiyatı birbirinden ayıran şey konuları değil, insan doğasına yaklaşım biçimleridir. Popüler kültür ürünlerinde insan doğasının yerini bir üst bağlam (ideoloji, yaygın kanaatler, yaşam tarzları, imajlar, vb. ) işgal eder. Edebiyat popüler kültürden insan doğasını sorunsallaştırdığı oranda ayrılır. Öykülerimde şüphesiz çıkmaz sokaklar var, ne karanlıkta ise ona yöneldim çünkü.
Diliniz zor, derin, yoğun bir yapıya sahip. Kolayı bekleyen okurla da meseleniz var gibi.
“Dil”e zor demek yerine, “zor olanın dili”nden bahsetmeyi tercih ederim. Hakikate ilişkin sonsuz sayıdaki ihtimaller arasında dolanırken hep bir kör noktanın tehdidi altındayız, bütünü asla kavrayamıyoruz, insan kendisi için dahi bir muamma. Manzara böyleyken dil de ona göre bir biçime kavuşuyor tabii.
Arzuda Bir Sapma 2015’te çıktı. Hâlâ konuşuluyor. Zor yazan ve yayımlayan biri olmanızla yazdıklarınızın başarısı arasında bir ilgi var mı sizce?
İlkgençliğimde meşhur olamayacağımı biliyordum, şimdi de biliyorum; bu beni rahatlatıyor, bağımsız kılıyor. Bunu mutlu bir azınlığa hitap etmekle övünen demode modernlere özgü bir kibirle söylemiyorum. Kitaplarımda kitleselleşmeye karşı çıkan bir şey var, evet, ama özünde edebiyat böyledir zaten, kitlelerin asla benimsemeyeceği şeyleri dile getirdiği –veya dolambaçlı, sarp yollarda yürüdüğü– halde meşhur olan yazarlarla doludur dünya. Her neyse. Metinlerim hakkında estetik ve kavramsal düzeyde yazılıp çiziliyorsa eğer, bunu her anlamda bağımsızlığıma borçluyum.
Zor yazmaya gelince… Gördüklerimi ifade etmiyorum, “dil”le görmeye çalışıyorum. Gözler sadece bir araçtır, “dil”le görürüz asıl; uzun, zor bir süreçtir bu. On beş yıl kadar önce Kuzguncuk’ta bir kafede çizgili bir deftere durmaksızın yazan otuz yaşlarında bir kadınla karşılaşmıştım. O günden beri ne zaman bir defter alsam hep onun gibi sayfaları peş peşe çevirerek –gürül gürül– yazmayı düşlerim, ama güç bela bir cümle kurduktan sonra dururum –durmak zorunda kalırım, desem daha doğru, çünkü benim yolum farklı. Gene de o hanımefendiye imreniyorum.
Arzuda Bir Sapma’da kısa metinler dikkat çekiyor. Birkaç dakikalık telefon konuşmalarına, ayaküstü sohbetlere bile hikâyeler sığdırmayı seven biri olarak kısa metinlerden (yarım sayfalık mesela) nasıl bir güç alıyorsunuz?
– “Gerektiği kadar” yazarız aslında, kısa veya uzun değil. Ama sonuçta her şeyin eni boyu var değil mi? Öykü, şiir, resim fark etmez, tüm sanatlar karşımıza bir çerçeve çıkarır. Bir sanat eserinin başı ve sonu, belli sınırları vardır. Çalışırken neyin içeride kalacağına karar verir, bazı şeyleri dışarı atarız. Ancak sanat eseri kendi çerçevesinin dışında kalan alana dair imalarda bulunur. Bence bahsettiğiniz anlamda “kısa” öykü bu ima gücünü yoğun olarak kullandığı için değerli.
MEHMET ERTE İLE “SAHİPSİZ YÜZLER” ÜZERİNE SÖYLEŞİ / GÜLCE BAŞER
Posted by mehmeterte in Sahipsiz Yüzler on Kasım 13, 2023
Virüs, Temmuz-Ağustos-Eylül 2023
Yirmi yıldır tanışıyoruz. Sahte senden bekleyebileceğim bir metindi. Ama Sahipsiz Yüzler’de ele aldığın konuların çoğunu hemen hemen hiç konuşmamıştık. Gerçi Bakışın Kirlettiği Ayna’nın özellikle “Bakışın Kirlettiği Ayna”, “Bir Kölenin Eğitim Sorunları” ve “Vazgeçilmiş Renk” adlı bölümlerinde ve Arzuda Bir Sapma’nın bazı öykülerinde birtakım ipuçları vardı.
Kuşkusuz Sahipsiz Yüzler çok cesur bir aşk ve ilişkiler yüzleşmesi… Başta Celal Gün olmak üzere tüm karakterlerle enteresan bir benlik yüzleşmesi de kurguda kendine yer bulmuş. Tabii bütün bunlar tanrı-anlatıcı sayesinde mümkün oluyor. O, roman kişilerinin bütün iç konuşmalarını okurun bilgisine sunuyor. Ben, birinci tekil şahıs anlatılarına alışkınım. Bir yandan tanrı-anlatıcıyı hiçbir şey gizli kalmasın diye seçtiğini düşünüyorum, diğer yandan ben-anlatıcının gizli bir roman kişisi olduğunu…
– Sahipsiz Yüzler’de her şeyi gören, bilen bir anlatıcı yok. Mesela Deniz romanın sonlarına doğru Gün karşısında duygularını, düşüncelerini ifade ettiğinde anlatıcının o âna dek bazı meselelere hiç değinmediğini anlarız ama okuru yanılttığını söyleyemeyiz, çünkü daha önce o meselelerin hakikatine vâkıf olabileceği bir konumda değildir, kendisi de okur gibi karakterden öğrenir. Peki karakter gerçeği mi söylüyordur?.. Bir örnek daha: Anlatıcı, ‘özne’nin hakikatle kurduğu çapraşık ilişki nedeniyle hep utanacak bir eksikliği bulunduğunu ileri sürer ve “Ferhat sergisine belki de bu yüzden ‘Utangaç Şeytan’ adını vermişti,” der. Dikkat; bilmez, yorum yapar. Bir iki bölüm sonra Ferhat, Tahir’le konuşurken, kızına taktığı lakabı sergisine ad olarak koyduğunu söylediğinde anlatıcının yanıldığını (yorumda aşırıya kaçtığını) düşünmeyiz. Bütün bu ifadeler arasında okur olarak yolumuzu bulmaya çalışırız. Sanırım Sahte adlı romanım üzerine bir söyleşide de dile getirmiştim: Kurmacada anlatıcıyı metnin okuru gibi inşa etmeye çalışıyorum.
“Tanrı” sözcüğü beraberinde “yargı”yı getirir, oysa bu romanın anlatıcısı kimseyi yargılamaz, kesinlikle ahlakçı değildir, sadece anlamaya çalışır, karakterler hakkında birtakım sorular ortaya atar. Bakış açısı sahnedeki karakterlerle birlikte değişen bir yorumcudur ama “seyirci” değildir, olayların kıyısında köşesinde, hatta kimi zaman odağında yer aldığını sezeriz. Evet, bazen –özellikle karşılaşma sahnelerinde– tanrısal anlatıcı gibi karakterlerin dünyasında dolanır, bazen de olup bitenler hakkındaki bilgisi tek bir karakterin deneyimiyle sınırlı kalır. Anlatıcının bu özelliğini romanda gerilimi sağlayan unsurlardan biri olarak görüyorum.
Benim en çok ilgimi çeken roman kişisi Celal Gün oldu. Sanki romandaki sır kâtibi o. Kimseyle doğrudan bağlantısı olmadığı halde okurun takdirine bırakılan büyük finali ince ince hazırlıyor. Yaptığı her şey bir rastlantının sonucuymuş gibi görünmekle birlikte kaderi tayin etmek ona nasip oluyor. Tabii sonuçta bazı roman kişilerinin kendileriyle yüzleşmesine vesile oluyor. Romanın bir bütün olarak günümüzün bir parodisi olduğunu da onunla keşfediyoruz. Bu romanın Mephistofeles’i diyeceğim, ancak kötülük ya da çıkarcılık esini veren bir karakter değil. Onu daha çok bu romanın kader zarı olarak görebilir miyiz?
– Ne güzel söyledin. Celal Gün hayatın da romanlar kadar kurgu olduğunu gösteren bir karakter. 2007 yılında “Fransız Kalmak” adında bir senaryo denemesi yazmıştım. Celal Gün o senaryoda –aynen Sahipsiz Yüzler’de kendi özgeçmişine dair uydurduğu hikâyelerden birinde olduğu gibi– 12 Eylül’de siyasi nedenlerle yurtdışına çıkmış ve orada bir porno film oyuncusuna âşık olarak onunla ilişki kurabilmek için bu tür filmlerde oynamış, hatta yönetmenlik yapmış biriydi, ihtiyarlığında kameramanıyla birlikte yurda dönüyor ve bir magazin ekibiyle karşılıklı yanlış anlamalara dayanan maceralar yaşıyordu. 2015’te –uzun süredir üstünde çalıştığım “Kötü Tohum” adlı romanda tıkanıp Sahipsiz Yüzler’i yazmaya başladığımda ansızın kalemimin ucunda yeniden beliriverdi, ama bu kez özgeçmişi tamamen uydurmaydı, başka bir metnin doğrusu yalana dönüşmüştü.
Günümüzün ilişkilerinde erkek gözünü en kapsamlı ve cesurca yansıtan yazarlardan biri olduğunu düşünüyorum. Erkekliğin yaşanma biçimleri birbirinden farklı olduğundan genelleştirmek doğru olmaz tabii. Toplumsal (buna ekonomi, kültür, hepsini katıyorum) dönüşümle birlikte bekâretten kariyere kadının ve erkeğin ilişkilerini ele alış biçimleri, öncelikleri, toleransları da yeniden yapılandı. Bu noktada Sahipsiz Yüzler çok kritik anları, örneğin sadakat-aldatma ikiliğini her iki taraf için de incelikle ele alıyor. Biz romanda erkek karakterin aldatılmayı sineye çekişini neredeyse bir tür “kendilik alanından” çekiliş olarak görüyoruz. Kadının tabii bununla nasıl başa çıktığını göremiyoruz. Çok soru var: Birincisi biz kadın yazarlar kendi konumumuza odaklanıp bayrağı açarken, acaba erkekler de köşeye sıkıştıklarını düşünüyorlar mı? Çünkü karısı Zeynep’in koşullarına teslim olan Mehmet Gün’nün aslında çok da hoşnut olmadığı bir hayatı sürdürdüğü izlenimi kalıyor okurda. Diğer kutupta Ferhat inzivaya çekiliyor…
– Bizi köşeye sıkıştıran şey başkasının özgürlüğü değil. Ferhat, Aslı’yla kurduğu köle-efendi ilişkisi nedeniyle maskesi düştüğünde özgün sanat eserleri yaratabileceğine duyduğu inancı kaybediyor ve geçmiş dönemlerden önemli ressamların üsluplarını taklit ederek yaptığı Aslı portreleriyle resim tarihini yeniden yazmaya koyuluyor. Basit taklitler değil bunlar, anlatıcının yorumuna bakılırsa, portre çalışmalarında –hem fırçayı tutan (izleyen “ben”), hem de tabloya konu olan (izlenen “o”)– özneyi sorunsallaştırıyor; Celal Bey, Ferhat’ın “eski ustaları kendi dönemlerinde denemedikleri, deneyemeyecekleri imkânlarla buluşturduğunu” söylüyor. Kısacası Ferhat inzivada yeni bir hayat kuruyor ve kendisini gerçekleştirmek için çaba sarfediyor –tarih yazmanın başka bir anlamı yoktur. Onun inzivası kendilik alanından çekiliş ya da sanattan kopuş olarak yorumlanamaz. Ama Mehmet Gün için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Aldatıldığımızda kendimize yeni bir konum belirlemek zorunda kalırız. Sevdiğimiz insanla ‘bir’ olduğumuz yanılsamasından kolayca kopabiliriz, ancak özne olarak söz alabileceğimiz, eylemde bulunabileceğimiz bir alan yaratmak her zaman güçtür. Mehmet ve Ferhat sevdikleri kadınları başkalarıyla paylaşmayı kabul ederlerken bu güçlükle başetmeye çalışıyor ve farklı yönlerde ilerliyorlar.
Ferhat’ın Aslı’ya aşkıyla Deniz’in Mehmet Gün’e aşkını karşılaştırırsak, iyi kötü aşkının karşılıklı olduğuna inanan Deniz bu yüzden mi kendisini göremiyor?
–Ferhat, Aslı’yı önce Orhan’la, ardından başkalarıyla paylaşmışsa, Deniz de Mehmet Gün’ü Zeynep’le paylaşıyor, ama sevdiği kadınları başkalarıyla paylaşmak zorunda kalan erkekler gibi talepleri yok onun, sevdiği kişideki yerini bilmek istiyor sadece. Aşkının kuvvetini kanıtlamak için Gün ailesinin tatil yaptığı sahil kasabasına gelirken sevdiği adam tarafından tehdit olarak görülebileceğini hiç düşünmüyor, geç fark ediyor bunu; çünkü âşık olduğumuzda bizden önce yaşanmış, yazılmış, şarkılara dökülmüş, filmleri çekilmiş aşkların söylem havuzuna düşeriz. Bu da bir görme bozukluğu yaratır.
Diğer kitaplarında da dikkat çekici bir şekilde aşkı bir köle-efendi ilişkisi olarak ele alıyordun. Sahipsiz Yüzler’de neredeyse bütün kurgunun bunun üzerine oturduğunu görüyoruz. Sence de öyle mi? Öyleyse bu durum dönemsel bir varlık temayülü mü? Yoksa aşk onu daha çok istemek, bu nedenle kıskanmak, böylece iki taraftan birini tâbi olmaya zorlamak mı yazar öznenin gözünde?
– Sahipsiz Yüzler’de hayatlarının romantik döneminde, yani romanın anlatı zamanının öncesinde sevdikleri insanlarla umutsuzca bütünleşmeye çalışan karakterler var. Aşk iki insan –ya da ruh ve beden– arasında asla –şiirlerdeki, efsanelerdeki gibi– tutkal görevi göremez, bizi ötekiyle bir kılmaz, ama ötekiyle bir olmak arzusuyla yakıp kavurur, diyor anlatıcı. Ötekiyle hemhal olduğumuz yanılsamasına en güçlü şekilde köle-efendi ilişkisinde kapılıyoruz bence. Aşkla köle-efendi ilişkisini birbirine karıştırmıyorum, ikisinin özünde de aynı arzunun bulunduğunu ileri sürüyorum. Kölenin mi efendisine, efendinin mi kölesine daha çok tâbi olduğu tartışmalıdır. Biri diğerini kendisine tâbi olmaya zorlamaz. Bu tür zorbalıklar genellikle aşk ilişkilerinde görülüyor.
Ben Sahipsiz Yüzler’de herkesin kendi içinde birçok şeyi epey derinliğine yaşadığı, ancak kimsenin bir diğerinin derinliğinden pek haberdar olmadığı bir atmosfer buldum. Bütün derinlikler, kişinin kendini meşrulaştırıp var etmesine odaklanıyor. O kendilik de meşrulaştırma girişimleri arttıkça yitiyor, kişi sürekli kendisini yeniden, duruma uygun bir şekilde yapılandırıyor. Biraz günü kurtarmak, biraz kazanmak, biraz varlığını hissetmek… Ebru’nun intikamından Deniz’in aşkına, Ferhat’ın sergisine kadar, Tahir’in ressamlığından Celal Gün’ün uydurduğu hikâyelere kadar, roman kişisinin ruhuyla eylem arasında bir televizyon ekranı giriyor gibi… Tıpkı sergideki yüzlerin de asılları olan Aslı’yı değil, ressamın tavrını, arayışını veya kullandığı çeşitli teknikleri yansıtması gibi… Soruyorum: Yüzler bu yüzden mi sahipsiz?
– Nedenlerden biri bu şüphesiz. “Ben” derken yaşantımıza tamamen karşılık gelmeyen, tasavvurlarımızı ve bilinçdışı karanlığımızı da yüklenen birinden bahsediyoruz. Kitabın kapağında “sahipsiz yüzler” ifadesini özneye dair bir sorunsalı işaret etmek için kullanıyorum, romanda bu ifade hiç geçmiyor. Bütün romanı bu sorunsal etrafında ördüğüm için soruna tek bir cevap vermem mümkün değil. Bir not düşmek istiyorum sadece: Başımın göz, burun, ağız gibi organları içeren ön cephesinden yüzüm olarak bahsedebilirim ama yüzümün karakterimi yansıttığını söylemek yerine, karakterimin yüzümden etkilenerek biçimlendiğini söylemeyi tercih ederim; bu daha doğru geliyor bana. Tabii hep arada bir uçurum var. Varoluşumuzu anlamlandırmak amacıyla başkalarıyla, şeylerle ilişki kurmaya çabalarız ama arzu-düşünce-eylem üçgeni kurulamaz bir türlü. Bütün kurmaca metinlerim ‘insanın kendisi olmasının imkânsızlığı’ ile ‘ötekine varmasının, ötekiyle hemhal olmasının imkânsızlığı’ arasında salınır.
MEHMET ERTE – SAHİPSİZ YÜZLER / GÜVEN BAYKAN
Posted by mehmeterte in Sahipsiz Yüzler on Kasım 13, 2023
“Kitap// Mehmet Erte / Sahipsiz Yüzler”, “Sanat Güncesi” içinde, Güven Baykan, cumhuriyet.com.tr, 13 Kasım 2023
Sahipsiz Yüzler, Mehmet Erte’nin kaleme aldığı, insanın varoluşsal sorunlarına farklı açılardan bakan bir roman. Roman, suçluluk, aşk, özgürlük, gerçeklik, kötülük gibi temalar etrafında, birbirleriyle kesişen ve çatışan çok sayıda karakterin hikâyelerini anlatıyor. Romanın anlatıcısı, olayları ve karakterleri yargılamadan, mizahi bir dille sunuyor. Romanın en ilginç yanı ise, karakterlerin gerçek kimliklerini ve duygularını ancak bir maskenin ardında konuşurken ortaya çıkarabilmeleri. Bu da, insanın kendini tanıma ve ifade etme zorluğuna dikkat çekiyor. Roman, okuyucuyu hem eğlendiren hem de düşündüren bir eser. Karakterlerin hayatlarındaki düğümler, bir başkasının hayatında çözülebiliyor, ama varoluşa dair muamma hiç bitmiyor. Romanın, insanın kendini gerçekleştirme çabasının, özgünlük sorununun, hakikat arayışının, yanılsamaların, arzularla yanlış eşleşen düşünce ve duyguların, gençliğe özgü romantizmin, aşkın, yasak aşkın, köle-efendi ilişkisinin, sapkın eğilimlerin, kötülüğün, dostluğun, aldatmanın ve bağışlamanın bir romanı olduğunu söyleyebiliriz. Mehmet Erte, bu çok hikâyeli romanında önceki kitaplarındaki temel meseleleri en uç noktaya taşıyor; karanlığı aydınlatmaya çalışmıyor, mizahi üslubuyla bize nasıl bir karanlık içinde bulunduğumuzu gösteriyor. Romanın bir bölümünde şöyle bir cümle geçiyor: “Onu sürekli aldatan bir kadından hayalleri için vazgeçmek yerine, onu sürekli aldatan bir kadın için hayallerinden vazgeçtiğinde manevi varlığını son zerresine kadar kaybetmiş, tamamen adanmış ve dolayısıyla adeta kutsanarak yeniden doğmuş oluyordu.” Bu cümle, romanın ana temasını özetliyor. Romanın kahramanları, hayalleri ve gerçekleri arasında sıkışıp kalmış, suçluluk hissinin aşktan daha güçlü bağlar yarattığı ilişkiler içinde debeleniyor. Ancak bir maskenin ardında konuştuğunda kendi gerçeklerini ifade edebilen, ileriye bir adım atan insanlar ve geriye kalan sahipsiz yüzler… Sahipsiz Yüzler, Mehmet Erte’nin okuyucuyu şaşırtan, sarsan ve sorgulatan bir romanı. Roman, insanın varoluşunu, kimliğini, aşkını ve kötülüğünü irdeliyor. Roman, hem kurgusu hem de üslubuyla dikkat çekiyor. Roman, hem eğlendiriyor hem de düşündürüyor. Roman, hem bir roman hem de bir maske…
OTORİTEYE KARŞI “ARZUDA BİR SAPMA” / AYŞE CEYLAN TOPÇU
Posted by mehmeterte in Arzuda Bir Sapma on Ekim 24, 2023
edebiyathaber.net, 24 Ekim 2023
Bazı kitaplara geç kaldığınızı, onları daha erken okusaydınız yaşam yolculuğunuza yardımcı olabileceğini düşünürsünüz ve başkaları geç kalmasın istersiniz. İşte Mehmet Erte’nin Arzuda Bir Sapma adlı öykü kitabı herkese anlatmak, hakkında yazmak istediğim böyle kitaplardan biri oldu benim için.
Çözümlemeye değer, iyi metin kendini tekrar tekrar okutur. Şifreleri çöze çöze metnin derinliklerine doğru katman katman ilerleriz, sonra eve dönebilmek için Hansel ve Gretel gibi ekmek kırıntılarını izlemeye kalktığımızda kuşların onları yediğini görürüz ve metni bir kez de biz yazarız. Erte’nin Arzuda Bir Sapma kitabını okurken olduğu gibi…
İyi edebiyat bizi hayata hazırlar. Bilinçdışının kapılarını aralar, sezgi gücünü yükseltir. Tekil bir eylemle çoğullaşma hâlidir. İçinde tanıdık duygu ve fikirlerle karşılaşmasak bile derinlerine çeker bizi. Tekinsizliğin çekiciliği, hazzıdır. Erte’nin Arzuda Bir Sapma kitabında olduğu gibi…
Büyümek denen şey bedenin ağrısına eşlik eden ruhun sızısıdır. Anne kucağı olan cennetten kovulmanın hikâyesidir. Aynada anneden kendini ayrı görmenin acısıdır. Oyun bahçesinden, hayallerden, gündüz düşlerinden kopup gerçeklik denen o ıstırap dolu dünyanın içinde yer almaktır. Lacan’dan hareketlere söylersek, imgesel dünyadan simgesel dünyaya geçiştir; kuralları, yasaları –babanın yasasını– tanıma zorunluluğudur. Zorludur, güçtür.
Büyümenin yaşı yok. Geç de olsa beni büyüten bir kitap oldu Arzuda Bir Sapma. Sarstı ve büyüttü. Ağrılı ve sancılı bir metamorfozdu. Kitaba başlarkenki ben ile bitirdiğimdeki ben arasındaki farkı duyumsadım.
Arzu, Ouroboros yılanı gibi… Kitaptaki öyküleri arzudan sapma hâlleri olarak nitelendirebiliriz. Anlatıcı ise kendini ironik bir dille günahkâr olarak tanımlıyor. Kitaptaki ilk öykü, benim en çok beğendiğim öykü oldu: “Tasma.” Başta tasmanın arzularımıza vurulan zincir, sisteme uyum olduğunu düşündüm ama öyküyü bitirdiğimde arzu ile “ben” arasındaki bağı simgelediği yönünde kuşku duydum.
Öykünün dikkate değer epigrafı: “Dünyanın en zor şeyi bir cümle kurmaktır.” Bu epigraflaimgesel dünyadansimgesele geçişin zorluğu –birçok kişinin okuma yazma sürecine tanıklık eden– emekli bir ilkokul öğretmeni tarafından aktarılıyor.
“O yaz olabildiğince gerçek görünmenin bir yolunu bulmalıydım.” “Tasma” başlıklı öykünün leitmotifi.Yetişkinlerin dünyasında bir çocuk için gerçek görünmenin zorluğu ve zorunluluğu. Çocuğun yetişkinlerin dünyasına girme çabasıyla birlikte onların davranışlarına nasıl bir gözle baktığını okuyoruz bu öyküde.
“Tuvalete gidiyordum. Ne zaman tuvalete girsem, şeytan denetimini ve sorumluluğunu kendimde gördüğüm hayal gücümün kalemini elimden alıp gözlerimin önünde Allah’ı bulutların üstüne oturmuş Nasrettin Hoca olarak resmediyor, sıçmaya mecbur olmanın utancına cezasını kestiremediğim ve bu nedenle de beni daha çok ürküten bir günahın ağırlığı ekleniyordu. Başımı dehşetle sağa sola sallayarak zihnimde bir fırtına koparmaya çabalıyordum. Bulutları dağıtacak ve Nasrettin Hoca’yı yerinden edecek rüzgâr esmiyordu.” (s.9)
Dışkı semboliktir. Kendi denetiminde olan tek şey dışkılama olduğu için çocuk dışkı üzerinden kontrolü sağlıyor. Çocukta anal dönemde süper ego gelişimi ile otorite kurma isteği oluşur. Bakım verenin bu süreçte disiplinli ya da gevşek olması gelecekte farklı sorunlara yol açabilir. Bu dönemde aşırı baskıcı, denetleyici tutumlar, katı tuvalet eğitimi; çocuğun anal döneme saplanmasına ve gelecekte obsesif kompulsif bozukluğa yol açabilir.
“Akranlarımla konuşmadığım, oynamadığım için her zaman kızan babam artık uyarmıyordu beni; okula başlayınca nasıl olsa düzelecektim, buna ben de, annem de şaşacaktık. Düzelecektim? Düzelmek ne demekti? Annemle ben sevinçli bir şaşkınlık mı yaşayacaktık? Başıma gelecek olan ne ise buna babamın şimdiden sevindiği çok açıktı.”
Çocuk okula başlamak üzere. Dış dünyada karşılaştığı ilk otorite baba. Baba ile ilgili duygu ve düşüncelerini açımlıyor. Baba yasanın kendisi. Okul da baba yasasının yansıması. Gülten Akın’ın “İktidar” şiirindeki gibi “Evin zoru devletten bile büyüktür.”
Baba yasası gereği çocuk döngüsel zamandan çizgisel zamana uyumlanmaya çalışır. “Kendimi duvar saatine benzetebilmek için düzenli aralıklarla kımıldamaya, parmaklarımı saymaya, üç parmakta bir sırayla önce sağ, sonra sol kulak mememi çekmeye başladım ama böyle devam edemezdim, arzumu ifade edecek, onun tarafından anlaşılmamı sağlayacak bir eyleme girişmeliydim.” ( s.15) “Artık annemle birlikte yattığım öğle uykuları yoktu (…)” Çocuk için kurulan yeni dünyaya uyum zorluğu ve reddi. Çocuklar büyükler tarafından kabul görmek isterler kötüyü de taklit edebilirler.“Ben” artık dilin yasasına tâbi olmaya çalışıyor öyküde. Özne olmanın zorluğunu önce anneden, sonra evden ayrılarak yaşıyor.
“Dış dünyaya girdiğim oranda iç dünyam kalınlaşıyordu.” (s.12). Karakter yeni sürece uyumda acı çekiyor. Bu duvarı ben anne ile arasına giren mesafe olarak düşünüyorum.
“Ansızın gözlerim yerde genç kadının çıplak ayaklarıyla buluştu. Ruhumdaki eziklik bu ayaklar tarafından ezilme arzusu yaratıyordu.” (s.14) Bilinçdışında duyduğu suçluluk nedeniyle cezalandırılmak istiyor çocuk. Fetişizm sapkınlık mıdır sorusunu da sordurtuyor yazar bize. Gözü annede, ensest yasağını delen fantezileri var. Bastırılmış duygularını eve misafir gelen genç kadın karşısında hissettikleri üzerinden okuyoruz.
Misaferler giderken “kimsenin elini öpemez, onlara ‘güle güle’ diyemezdim. Kediyi kaplana dönüştüren köşeye sıkışmıştım: Ansızın yerimden fırlayıp, vedalaşan kalabalığı yararak sokak kapısına koştum, hangisi genç kadının diye düşünmeye zaman yoktu, girişteki tüm ayakkabılara, terliklere işedim.” (s.19)
Terliklere işemek… Burada işeme, cinselliğin ikamesi olarak geçiyor diyebiliriz. Hem arzunun dışavurumu hem de otoriteye başkaldırının simgeleşmesi söz konusu.
Kitabın ikinci öyküsü “Uyanış” yaşadığımız toplumda erkekliğe ilk adım olan sünnet olmama rahatsızlığı ile başlıyor, erkek çocuğun cinsel uyanışını efendi ve köle diyalektiği üzerinden ele alıyor.
“Domates”, “Lokma”, “Sapma” öyküleri ergen bir erkek çocuğun genelev deneyimlerini anlatan öyküler. Aslan görünüp kedi olduklarını saklamalarının öyküleri. “Sapma” öyküsünü Romanın Kaygısı kitabında çözümleyen Orhan Koçak’ın sözünün ötesinde bir söz söylemek gerekmez zannımca.
“Bi’lira”, “Berduş”, “Dilenci” öyküleri temasal olarak birbirine yakın. “Bi’lira” ve “Dilenci” öyküsü birbirinin devamı niteliğinde. “Bi’lira” öyküsünde verilmeyen bir lira bu öyküde veriliyor. “Isırmaca”, sevişirken birbirini ısırmaya başlayan iki genci anlatan bir öykü. Arzu, acı ve hazzın iç içe geçmiş hali. Lacan’ın jouissance’ı gibi.
Anlatıcı yer yer metne müdahale ediyor, kendine dışarıdan bakıyor ve bizim de kendimize dışarıdan bakmamızı istiyor gibi. Todorov’un sözünü anıştırıyor “Kişi kendine dışardan bakmadığı müddetçe kendini göremez.”
Kitap boyunca “tiksinç” olandan duyulan haz da hâkim bir duygu. Hazzın yüksekliğini tekrarlanan kelimeler üzerinden de görebiliriz. Bedende olup dışarı atılmak istenen sivilce, irin, sümük, salya, dışkı gibi… İnsana ait ama tiksinti duyulanın da kabulü, insanın özüne ulaşma arzusudur yazarın derdi diyebiliriz.
Arzu sürdükçe öykü devam ediyor. Arzudan sapıldığında öykü de bitiyor. Öykülerin uzunluğu, kısalığı bu durumla ilgili. İlk öyküde arzu bitmiyor arzunun öznesi değişiyor. Değiştikçe de öykü devam ediyor. Arzu giderilmediği müddetçe nesnesini arıyor.
Arzuda Bir Sapma erkeklik ve büyüme öykülerini tersten yazıyor, heteronormatif yapıya mizahi bir dille karşı duruyor. “Domates” öyküsünde genelevdeki kadın, “Prezervatif” öyküsü, tüm yasalara, yasaklara karşı olma hâli, otoriteye karşı gelişin metinleri olarak değerlendirilebilir. Dünyaya yerleşememenin sancıları var bu kitapta. İd üzerinden yazılan öyküler okur olarak süper egosal tepkilerimizi ego düzeyine indiriyor.
Kitap kapağındaki resim yazar Mehmet Erte’ye ait. Bir okur olarak arzum yazarın yeni kitabının kendi çizdiği resimleriyle olması.
Kaynaklar
Mehmet Erte, Arzuda Sapma, Yapı Kredi Yayınları, 2017
Ulus Baker, Sanat ve Arzu, İletişim Yayınları, 2020
Orhan Koçak, Romanın Kaygısı, Metis Yayınları, 2023
J.D.Nasio, Psikanalizin Yedi Temel Kavramı, İmge Kitabevi, 2018
Atakan Yorulmaz-Muzaffer Çorlu, Jacques Lacan Derlemesi, Destek Yayınları, 2022
Mutluhan İzmir, Lacancı Psikanaliz ve Karakter Çözümleme, İmge Kitabevi, 2021
“SAHİPSİZ YÜZLER” / FUNDA ÖZSOY E.
Posted by mehmeterte in Sahipsiz Yüzler on Ekim 2, 2023
sanatalemi.com.tr, 2 Ekim 2023
Mehmet Erte’nin son romanı Sahipsiz Yüzler, ampirik okurun içselleştirmekte zorlanabileceği bir eser. Zira bu roman, insanı bir oyunun içine davet ediyor. Oysa ampirik okur, kurgunun içindeki kendi yerini keşfetmeyi, oyuna dahil olmaya tercih eder. Bu da Sahipsiz Yüzler’i asıl örtük okur için daha çekici hale getiriyor, diyebiliriz.
Yazar, bizzat Mehmet Erte olarak yer aldığı romanda okurun kafasını karıştırarak (tamam, Erte, romanın başındaki biyografide okuduğumuz üzere Çeşmeli, tamam Sakarya’da fizik okumuş falan da romanda yer alan Erte’ye dair diğer bilgilerin ne kadarı gerçek acaba şeklince daha pek çok soru işaretine rağmen) gerçeği yeniden inşa ederken, hatta Sahipsiz Yüzler’in 7.bölümünde dört yıldır yazdığı “Kötü Tohum” isimli roman dosyasını serpiştirdiği ayrıntılarda romantizmin uzantısı olarak aşk üzerine sorgulamalar yaparken, aynı zamanda bir yazar olarak kendi gerçeğini aradığını inceden inceye sezdiriyor bize.
O halde ister örtük okur ol, ister ampirik (yazar için pek de önemli olmasa gerek bu sevgili okur) Mehmet Erte, Sahipsiz Yüzler romanında bir oyun oynuyor ve bu oyuna bizi de çekmeye çalışıyor. İsteyen oyuna dahil olup kurgunun içine -tekinsiz sulara diyelim- dalarak yazarın zekice ve şakacı göz kırpmalarına dudağının kıyısına iliştirdiği gülümsemelerle evet der, isteyen aman benden uzak olsun diyerek güvenli alanında -hadi, kıyıda kalıp diyelim- seyirci olmanın keyfini sürerek, muhayyilesinin sessiz sinemasında oynayan filmi en sevdiği koltuğuna oturup izlemeyi tercih eder.
Şunu da hatırlatayım ki sevgili okur; her roman, yaşanmışlık talep eder yazarından, yaşam tecrübesi bekler ve de empati yoğunluğu tabii. Tecrübe ve empati olmadan kurgu, teknik olarak mükemmel olsa dahi, hikâyenin duygusu akmaz, gerçek bir atmosfer yaratamazsınız. O halde iyi yazarlar empat kişilerden çıkar diyebilir miyiz? Narsistlerden, hele hele son zamanlarda fazlaca söz edilen gizli narsistlerden yüreğe işleyen, okura şah damarı kadar yakın metinler beklemek boşunadır belki de.
-ll-
Sahipsiz Yüzler romanı 2018 yılının Temmuz ayının ilk cumartesi günü (hesapladığımızda 7 Temmuz’a tekabul ediyor) şair ve psikolog Deniz’in konuşmak, biraz da eski hesapları kapatmak adına İstanbul’dan kalkıp sevgilisi Mehmet Gün’ün tatil yaptığı kıyı kasabasına geldiğinin daha ilk günü, daha sevgilisi ile yüz yüze görüşmeden henüz (mesaj atmıştır, bu mesajı görmesini bekliyordur sevgilisinin) kilisedeki bir resim sergisini gezmesiyle başlıyor. Böylece oyunun içine çekilen okur, ortada tuhaf bir şeylerin olduğunu hissediyor zira resim sergisindeki bütün portreler, kronolojik olarak farklı yılları kapsamasına rağmen hep aynı kadının, tam da Deniz’e benzeyen meçhul bir genç kadının portresidir. Buradan yola çıkarak, Erte’nin Sahipsiz Yüzler romanında, insanın biricik olması, “ben”lik duygusunun anlamını sorgulaması üzerinden okur zihninde soru işaretleri oluşturmaya çalıştığı çıkarımında bulunabiliriz sanki:
“Ressam, Deniz’e bu dünyada görülen, dokunulan, duyulan tek bir‘ben’i olmadığını mı anlatıyordu?” (s.9)
Böylece her ne kadar karşımızda merkezsiz bir roman olsa da aslında yazarın yapmak istediğinin, okuru kendi gerçeği ile yüzleştirmek, bizi biz yapanın ne olduğu üzerine düşünmesini sağlamak olduğunu da hissediyoruz.
Evet, merkezsiz bir roman Sahipsiz Yüzler. Karakterlerin birbirine yakınlaşıp uzaklaşmaları, zaman zaman birbirlerinin hayatının içine girmeleri şeklinde ilerlerken, onların iç konuşmalarını duyduğumuz ölçüde bizler de karakterlerle özdeşlik kurmadan birlikte yürüyoruz sanki. Ama illa da bir karakterin altını çizecek olursak bu, Celal Bey olmalı diye düşünüyorum. Çünkü romanın daha ilk sayfalarından itibaren “hayatı hakkında hep hikayeler uyduran, maskelerin ardında yaşayan” Celal Bey, romandaki diğer kişileri, sıkı bir makine dikişi ile değilse de karakterleri birbirine teyelleyerek bağlamayı başarandır. Herkesin bir şeyi olan bu yaşlı adam, aslında yıllar önce ailesinden kopmayı seçtiğinden kimsenin hiçbir şeyidir de. Belki de bu yüzden hayatına dair sürekli hikâyeler uyduruyor, yeni tanıştığı kişilere. Sanki böylece yeni yeni hayatlar icat ediyor Celal Bey kendine. Herkes bir kimlikle romanın içinde sınırını çizerken (Deniz şair bir psikologtur mesela, Mehmet Gün gölge bir yazar veya onun eşi Zeynep, bir oyuncudur veya Tahir, uluslararası üne sahip bir ressamdır…) Celal Bey ise diğer karakterlerle kıyaslandığında hiçbir şeydir veya her şey olmaya çalışan biri…
-lll-
Romandaki karakterlerden Mehmet Gün, gölge bir yazardır. Aslında bu romanın da gölgesi gibidir o. Hatta romanın içine arada bir sızarak kendini gösteren anlatıcı dahi olabilir. Şu hâlde Erte’nin de gölgesi olma olasılığından ötürü romandaki en tekinsiz karakterdir aynı zamanda; değil mi ki, ruhun bedeni dediğimiz gölgelere düşkündür kalemi ve Aragon’dan rol çalar mademki…
Anlatıcı demişken; söz sahipsiz kalmasın diye mi bunca araya girmeler? Hani bizler dinlemekten ziyade konuşmayı seçeriz ya, hani bu yüzden sözün bitmesini dahi beklemez de sabırsızca araya gireriz ya, işte bu anlatıcı da okurlara arada sırada öylesine laf yetiştirirken, sanki yazarın sözünü keserek, sanki kahramanlara güvenmiyor da onların açığını ironinin de yardımı ile kapatmaya çalışıyor gibidir. Ama elbette bir üst-anlatı olarak da kabul edebiliriz, yazarın doğrudan okura hitap eden bu alaycı sesini.
Aslında yazar, romanın merkezsiz akmasının nedenini de söylüyor satır aralarında:
“Peki, şu merkez dedikleri neyin nesiydi? Tam bir safsata(…) Bir merkezin bulunduğuna, özün merkezde yoğunlaştığına inanmak saçmalıktı. İlle de bir merkezden bahsedilecekse orada insanların ezelden beri bildiği duygular yer alırdı hep.” (s.30)
Belki de “öz” diye bir şey yoktur, merkez olmadığına göre. Nasıl ki okyanusun her damlası, zaten okyanusun bütününü ele veriyorsa, yani her bir damlada okyanusun öz’ü saklıysa, o halde illa da bir merkez aramak, romanı bir çerçeveye hapsetmek (Had çizmek hadsizliktir midir?) gerekli miydi?
O halde Mehmet Erte, deneysel bir roman denemiş diyebiliriz belki de Sahipsiz Yüzler’de. Merkezsiz, okyanusun her damlasında asıl olanın zaten saklı olduğu, had çizilmeyen, kahramanları dahi hadsiz, sanki romanın bu merkezsizliğine hizmet ediyorlar gibi. Anlatıcıysa bu anlatı okyanusunun içine arada bir balıklama dalıyor; hadsizliğini ilan etmek adına kahramanların birbiri ile ilişkilerini kendi beherinde tahlil ederken sayfaların arasında yönünü yitiren okuyucuyu, sanki eve gelen misafiri, sırtına yumuşak bir dokunuşla, hissettirmeden hani, misafir odasına yönlendiren (olur ya darmadağınık yatak odasına da dalabiliriz) bir ev sahibidir şimdi ki, bizler evimize gelen misafiri önümüze katarak buyur ederiz içeriye, iş yerlerimizde olduğu gibi düş peşime değildir ağırlayışımız elbette.
Şu da var: arada bize kendini böylece hatırlatan anlatıcı (ki bu, üst-anlatı, egoya hizmet eder aynı zamanda; orada olduğunun unutulmasını istemeyendir) işte o anlatıcı, arada bir kendini hatırlatırken “ben” diyerek, romanın sıradan insan halleri içinde, aslında hiçbir insanın sıradan olmadığına dair bir ses de oluşturur.
Romanda onca farklı karakterin her biri romanın da merkezidir bu durumda. Üstelik bazı bölümleri kurcalarsanız dünya edebiyatına ya doğrudan ya da üstü kapalı olarak göndermeleri de fark edebilirsiniz. (İşte burada postmodernist bir teknik olarak metinlerarası ironiyi Sahipsiz Yüzler’de uyguladığını görüyoruz yazarın) Bu göndermeler sırasında karakterlerin değil de anlatıcının -biraz da hadsizce diyelim yine, yazarın bilinçli bir tercihi olarak- romana sızışını, belki dipnot kıvamında hani, ama sayfa sonlarına değil de satır aralarına serpiştirilen; 6. bölümde mesela, Aragon’un Elsa’ya Şiirler’i ile Mehmet Gün’ün -ve de hatta Mehmet Erte’nin- aşka yüklediği anlam ilişkisi; mesela 5. bölümde Celal Bey vasıtası ile Thomas Mann’ın uzun hikayesi Tonio Kröger ile sanat ve burjuva ilişkisinin sorgulanışı gibi. (Elbette okur, bu metin bizi kimlere götürüyor acaba diye sormalıdır illa ki kendine ve her okuma doğurgan olmalıdır bu yüzden sevgili okur.)
Bu uzun hikâyeye adını veren karakter Tonio Kröger’in Rus ressam arkadaşı Lisabeta ile konuşmalarının yansımalarını (buna anıştırma diyebilir miyiz, karar veremedim) Sahipsiz Yüzler’in 6.bölümünde görmek mümkün. Aslında böylece anlıyoruz ki; tamam, Sahipsiz Yüzler romanında bir merkez yoktur, hatta bir çerçeve de çizilmemelidir; ama yine de Tolstoy’un o ünlü hikayesinde hani, “İnsana Ne kadar Toprak Lazım?” hikayesindeki gibi, ne kadar obur olsanız da bir doyma noktası vardır ya insanın, o doyma noktasını aşarsa beden (burada ise zihin) libidosunu kusmaya başlar. Celal Bey ile başlayan ve o kıyı kasabasında resim öğretmenliği yapan Ferhat ile onun güzel sanatlardan arkadaşı ünlü ressam Tahir’in de dahil olduğu varoluş- sanat ilişkisinin kendini gerçekleştirmek adına bu libidoya (psişik enerji deyin ister) nasıl hizmet ettiğini hissettiren cümleler, Tonie Kröger’in sanata yüklediği anlamla da yakındır:
“Sanat ruhun sefaletine dair farkındalıktan, benlikteki –asla kapanmayacak- boşluklardan ve –bu boşluların tutuşturduğu- insanın kendini gerçekleştirme arzusundan doğmaz mı?” (s.88)
Hatta biraz daha ileri gidelim, sanatta taklidin sınırları üzerine de bu üç kişi aracılığı ile yazar, yine Thomas Mann’ın uzun hikayesine göndermeler yaparak fikirlerini okurlarıyla paylaşır:
“Sanatı her zaman yeni şeyler keşfetmeye mecbur edemezsiniz. Bazen durmak ve geçmişi yeniden değerlendirmek gerekir.” (s.121)
-lV-
Romana zaman zaman dışarıdan dahil olan o alaycı ses, aslında senin de empati kurduğun bir dış sestir sevgili okur. Bazı şeyleri, mesela aşkı ve şiiri ti’ye alan bu dış ses, romanın bütününe teknik olmanın gerisinde bir yan unsur olarak hâkim iç konuşmalarda (monologlarda) üst-anlatıcının kendini hissettirmesini de kolaylaştırıyor. Ancak tabii Sahipsiz Yüzler’deki dış sesin kendi ile de alay etmesi, yazarın farklı bir bakış açısı oluşturması açısından dikkat çekiyor. Hatta karakterlerden Mehmet Gün, bir gölge yazar olarak kendi yazma şeklinden bahsederken bir nevi Sahipsiz Yüzler’in anlatım biçimi üzerine de bize ipucu veriyordur sanki:
“Deniz’in aksine Mehmet, kendini kahraman olarak görmez, içinde bulunduğu sahneye kamera arkasından bakardı, ama bu kadarla kalmaz, kamerayı da kadraja alan başka bir konuma yerleşir, ardından ölümlü bedeniyle aynı sahneyi paylaşan karakterlerin bakış açılarında ayrı ayrı gezinir, bütün perspektifleri tek düzlemde birleştirirdi.” (110)
Böylece dış sesin zaman zaman Mehmet Gün’e, bazen de yazara, yani Mehmet Erte’ye dönüştüğünü hissederiz. Bu dönüşümse bizi yine yazarın romanda altını çizdiği kimliklerimizi oluşturan –belki de gizleyen- maskelerimize götürür:
“Hepimiz bugünkü kimliklerimizi, geçmişte taktığımız ve halen takmakta olduğumuz maskelere borçlu değil miyiz? Sadece yalanlarla örsek bile maskelerimiz bize dair çok şey anlatmaz mı- dahası bizi dönüştürmez mi?” (s.87)
Üstelik insan, ahlak tanımaz id’inin etkisi ile hayvansallaşabilirken, ego’nun devreye girmesi ile süperegoya doğru bir yol alır ve böylece vicdan dediğimiz içdenetim mekanizması devreye girer ki, Sahipsiz Yüzler’in karakterlerinde bu üç itkinin de yansımalarını görürüz. (Aslı hariç; o, id’inin efendisi olmayı tercih ediyor sadece; en azından yazarın bize yansıttığı kadarlık kısmında; belki yolculuğunun romanda yer almayan ileri safhalarında Kaf dağının ardındaki süperegoya da ulaşmış olabilir, bilemeyiz) Maskelerse bizi kat kat sarmalayarak dış dünyanın tekinsizliklerinden koruyamasa da saklar.
-V-
Şimdi buradan, romanda oldukça geniş yer ayrılan efendi –köle ilişkisine doğru bir yol alalım birlikte sevgili okur.
Kilisede bir resim sergisi açan kasabanın resim öğretmeni Ferhat ile onun gençlik aşkı Aslı’nın ilişkileri üzerinden değinilir Hegel’in bu köle-efendi diyalektiğine. Bunun için romanın şimdiki zamanından geçmişe, Ferhat ile Aslı’nın üniversite yıllarına doğru bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor.
Mantığı devre dışı bırakan bir aşkın ve güvensiz bağlanmanın etkilerinin sonuçlarını görürüz bu ilişkide ve de tabii özbilince ulaşmak için sarfedilen yokuş yukarı bir gayreti…
Öznelik bilinciyle ilgili bir durumdur bu. Özbilinci idrak ederken karşısındakinde bu bilincin yansımasını görme ihtiyacı, kadın-erkek ilişkilerinde bedel ödeme cesaretini gösteremeyen köleye çevirirken, bu cesareti göstereni de efendi konumuna yükseltir. Üstelik sadece Aslı ile Ferhat’ın ilişkisinde değil, romandaki diğer karakterlerin ilişkilerinde de bunun yansımalarını görürüz az ya da çok.
Hegel’in efendi-köle diyalektiğine Aslı ile Ferhat’ın ilişkisi üzerinden yakın gözlükleriyle bakacak olursak; efendi, istediği kadar özgür olsun, sonuçta güç elde edebilmek için köleye ihtiyacı olduğunu kabul etmek zorundadır. Yani efendinin efendiliği, biraz da kölenin varlığına bağlıdır. Kölen kadar efendisin…Asıl acıklı olan ise kölenin gücünü fark edişinin, efendinin gücünün kendisinin var oluşuna bağlı olduğunu fark edişiyle başlamasıdır ki, bu durumda köle, her ne kadar efendinin tahakkümünden çekinse dahi, içten içe o bilince vakıf olduğunda özgürlüğün yolunu döşemeye başlar. İşte bu yüzden özbilinç, efendinin değil de kölenin kazancıdır.
Elbette bir köle iseniz, özgürleşebilmek için bedel ödemelisiniz. İşte Ferhat ile Aslı’nın ilişkisinde de köle konumunda olan Ferhat, bu bedeli ödemiştir; egosunu yenerek, geleceği parlak bir ressam adayı iken, bir kasabada sıradan bir resim öğretmeni olmayı seçmiş ve bu tercihi ile romanda kendini geçekleştirmeyi başarabilmiş belki de tek kişi olduğunu okura göstermiştir.
Sonuçta kendi kaderinin sahibi olamayan her kişi, aslında hayatın da kölesi değil midir sevgili okur? Tercih etme hakkını kullandığında sıçrama yaparsın ve kendi kendinin efendisi olursun, böylece efendi-köle ilişkisindeki o sessiz anlaşmayı de bozarsın ve kendini gerçekleştirirsin.
Şu hâlde kendini gerçekleştirme yolculuğunda, yolculuğun aslında hep kendine doğru olduğunu sezen ve “ben”i ile yüzleşme cesaretini gösteren her kişi, er kişidir vesselam…
Sahipsiz Yüzler romanı ise yoldaki işaretleri göstermiyor, sadece okura bir seziş kıvraklığı veriyor, o kadar;
Tam da olması gerektiği gibi…